Xəbər lenti
Elman CIVIROĞLUnun "Gecikmiş güncel yazılar"ı
Elman CIVIROĞLU
Önce şunu belirteyim: Günün gereklerine göre bir yarar sağlayacağını göz önünde bulundurarak bilinen gerçekleri bu yazıda özetle sıralayacağım. Bilinen gerçekleri unutanlar ve bilmiyor görünenler de var.
Özden Öze Doğru
Türksoylu topluluklar –Türkler Adriyatik’ten Çin’in batı kısmına kadar uzanan bir coğrafyanın çeşitli bölgelerinde tarihler ortaya koymuşlar. Bu tarihlerin tümü kendiliğinden sarsılmaz bir bütünlük olan Türk Tarihidir.Türk tarihi hep böyle ele alındığında gerçekler nesnel olarak ortaya konulabilir.
Bugün Türkiye ve kardeş Türk Cumhuriyetleri, toplulukları doğal olarak karşılıklı sorumluluklar taşımakla yükümlüdürler. Bilindiği gibi, stratejik, demografik politik- ekonomik yönlerden ise Türk dünyasında Türkiye birinci yeri almaktadır. Atatürk ilkeleri, Atatürk’ün büyük eseri Türkiye Cumhuriyeti kardeş Türk Cumhuriyetleri için örnektir, modeldir. Bu yüzden Türkiye’deki toplumsal süreçler, gelişmeler oldukça büyük ölçüde önem taşır. Atatürk ilkeri, O’nun dehası dünyanın tüm mazlum milletlerinin, halklarının özgürlük yoluna ışık tutmuş ve tutmaktadır.
Çağdaş evrensel değişim süreci Türk Cumhuriyetlerinin, Türk topluluklarının istikbalini Türkiye toplumundaki gelişmelere bağımlı kılmıştır. Emperyalizmin ve onun işbirlikçilerinin, maşalarının bu gerçeğe karşı tutumları, türlü saldırıları küreselleşme tehditleri eninde sonunda yeri doldurulamaz bir yenilgiye dönüşeceği candan yürekten dileğimizdir.
Karamanlı Molla Kara Rüstem ve Kazasker Candarlı Kara Halil Paşa’nın öneresiyle I. Murad (1362-1389) devrinde çıkarılan “Pençik” kanunu 15. yüzyılın ortalarında “Devşirme” kanununa dönüştürüldü. Müslüman olmayan topluluklardan (Arnavutluk dahil) çocuklar devşirilerek saray eğitim kurumunda- Enderun’da mülki ve askeri yöneticiler kadrosu yetiştirildi. Böylece de imparatorlukta askeri ve yönetim alanları devşirmelere verildi. Öte yandan 14. yüzyılın ikinci yarısından itibaren devlette “ümmet” sistemi kuruldu. Mülki ve askeri yönetimin kapıları Türklere kapatılşı başladı .Türkler ikinci sınıf durumuna düşürüldü. İmparatorluk etnik bir havuza çevrildi. Devşirme ve ümmetleşme sisteminde devşirme unsurlarının ve Türklerin dışında müslüman azınlık ve etnik grupların kimlik bilinclerinin devamı sağlandı. Fetihlerin gerçekleştiricisi kurucu Türklük genellikle artık 16 yüzyılda devredışı bırakıldı. Devşirme unsurlarının Türke karşı küçümseyici, aşağılayıcı tutumu kurumlaştı. Bilindiği gibi, belirli sürelerden sonra soyca Türk olmayan ümmet temsilcileri (kardeşleri) yüzyıllarca koruması altında bulunduğu, saygısını gördüğü Osmanl Devletini, Türklüğü arkadan vurdular.
Devşirme güruhunun bir üstünlük gibi görülen özellikleri doğuştan çok daha Osmanlı’nın onlara tanıdığı ayrıcalıkların, Enderun eğitiminin onların psikolojisinde bıraktığı izlerden ileri gelmekteydi.
Türklüğün hak etmediği, düşürüldüğü acı durumu kurtarıcı bir dehayı beklemekteydi. O, deha tarih sahnesine çıkarak “Memleketin sahibi ve devletin kurucusu biz Türkler kavm-i necip adı altında Araplara ve sarayın sadık hadimi olan Arnavutlara feda edildik” diye gürledi. Türk’ün şanlı tarhinin, Türklük gerçeğine, özüne dönüşün,Türk istikbalinin “Ne Mutlu Türküm Diyene” parolasını, simgesini dünyaya belirtti. Bu kurtarıcı deha eşi görülmedik devrimler, yenilikler ile Türk’ü Türk yaptı. “Köylü Efendimizdir” diyerek köylüyü hakkı olan şerefli yüksek yere oturttu.
Büyük Hunların’ın heybetini sürdüren Göktürkler döneminde ihtişamla beliren Türk Özü sonraları türlü saldırılarla, bulaşmalarla gölgelenme, bozulma kaşısında bırakıldı. 20. yuzyılın başlarında bu Öze doğru hafif atılmlar yarım kaldı. Yüzyıllardan sonra yalnız Atatürk ilkeleri bu Öze dönüşü yüksek düzeyde, oldukça genış çapta başlattı.
Benim Osmanlıyla ilgili söylediklerim kesınlikle Osmanlıyı inkar etmek anlamına gelmeyecek. Osmanlı bizimdir. Osmanl’nın zaferleri de, yanılgıları da bizimdir. Bu yanılgıları kınamak, eleştırmek de hakkımızdır.
Osmanlı döneminde biçimlenmiş kötü alışkanlıklar Cumhuriyet dönemine taşındı. Yüce Atatürk’ün ölümünden sonra uygun ortam bularak, canlanmaya başladı. Türkiye’yi her alanda zayıf düşürmek, hatta parçalamk yolunda emperyalizm için silah rolunu oynadı.
Atatürk ilklerınden ödün vermeye başlandı. Kemalist düşünceye karşıt davranışlar, tutumlar birbirini izledi. Ne acıdır kı, Atatürk’ün aziz milletine uzaqgörüşlülüğün en çarpıcı örneklerinden, hatta bir kehanet örneği diyebileceğimiz tavsiyesi giderek gözardı edildi veya ettirildi. O, devlet ve topluma karşı tehlikeyi çok önceden görerek aziz milletine şunu tavsiye ediyodu: “... Aziz milletime şunu tavsiye ederim ki, bağrında yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki öz cevheri çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an geri kalmasın! ”
Bilindiği üzere devşirme kökenlilierin, Enderun havasını kafalarında taşıyanların, fırsat kollamakta ve kuvvet biriktirmekte olan mikromilliyetçiliklerin biricik hedefi Avrupa Birliği’nin isteklerini de kullanarak Osmanlılık adı altında etnik havuzu yeniden canlandırmaktan, yönetimi kurucu Türklüğe yabancılaştırmaktan, Türklüğü devredışı etmekten başka bır şey değildir. Bu uğurda türlü sinsi emellere, hiyanete bile başvurmakta ve fırsat düştüğünde hiyaneti hemen yapmaktalar . Kendilerini Türklük’ten ayrı görme duygusunu, ruhunu içlerinde taşıyanlar meydanı boş bularak “Ne mutlu Türkiye vatandaşıyım diyene” gözboyamasını güncelleştirip Türkıye’yi federal mozaikleşmenin kurbanı yapmaya çalışıyorlar.
Yeni Osmanlılık ılgımına doğru soluk soluğa koşanlar, yüksek kademelerde mıllete ağız tamburası çalanlar (bu arada medyada, kitle iletişim araçlarında yuvalanan devşirme kökenlilerin çoğunluğu oluşturduğunu da dikkate alacağız), “etnik mozaik”, “ırk harmanı” aşıkları bugün Türkiye toplumunu çembere almışlar, gittikce de çemberi daraltmaktadırlar. Söz konusu ılgımın gerçekleşmesi (Allah esirgesin!) değil yalnız Türkiye için, tüm dünya Türklüğü için acı sonuçları salık vermektedir.
Şimdi burada yeri gelmişken Keçeçizade Mehmed Fuad Paşa (1815-1869)’ nın bir özlü sözünü anımsıyalım. Dış İşleri Bakanı (Hariciye Nazırı) Keçeçizade Mehmed Fuad Paşa 1867 yılında Paris’te bir görüşme sırasında Türkiye’nin büyük bir zaaf içinde bulunduğunu belirten, Fransız hükümetinin ileri gelenlerinden birine şöyle cevap vermiş: Türkiye en kuvvetli devletlerden biridir. Cünkü üç yüz senedir siz dışarıdan biz içeriden yıkmaya çalıştığımız halde bir türlü başaramadık.
Fuad Paşa’nın sözünden hareketle şunları söyleyeceğiz: Türkiye Devleti’ni yıkmak için 452 yıldır (1867 ’e oranla) dışarıdan ve içeriden bin türlü oyunlar oynanmakta, ama başarılamamış. Başarılamaması da Allah’tan büyük dileğimizdir.
Emperyalizmin emperyalist zihniyetin, işbirlikçilerin saldırıları, emelleri toplumsal yaşamın tüm alanlarına yöneliktir. Aşağıda Sənat / Edebiyat alanına bu saldırıların şu veya bu düzeyde yansımalarından kısaca söz açacağız.
Hiyanet ve Şeref Ödülü
Sanatsal ürünün kalitesi, yaygınlık ve estetik olgunluğu ile Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanma arasında dolaysız bir bağlantının bulunmadığı artık uzun süredir su götürmez bir biçimde tespit edilmiştir. Bunu gerçekte ödüllendirme işlemi kendiliğinden ortaya koymuş. Nobel Edebiyat Ödülü giderek daha çok loncalaştığı, korparasyon özellik edindiği açıktır ve çoktan beri siyasal bir kurum kimliği kazanmıştır. Kendisinin siyasal çıkar ölçütüne uygun düşen iştah kabartıcı bir “yiyecek” bulunca hemen onu ağız tadıyla yer. Iştah ise dişin dibindedir.
Avrupa-Batı dışındaki ülkelerin temsilcileri için “uygun gelme”nin en başlıca ölçütü hiyanet ve Avrupaçı-Batıcı görüşler yanlısı olmadır. Söz konusu görüşler yanlısı olma ilkesi ödüle uygun görülen kişileri seçenlerce dünyanın dört bir yanında geçerlidir. Eski Doğu Bloku (Sovyet-Komünist) ülkeleri için Batıya “firar etme”,”sıvışma” ve “rejim karşıtçısı olma” tercih edilmekteydi. Örneğin, İ.A.Bunin, B.Pasternak, A.Soljenitsin, Ç.Miloş (Polonya), J.Brodsky...
İsveç Kral Akademisi 1986’da Nobel Edebiyat Ödülünü Nijeryalı tiyatro ve roman yazarı, şair, gazeteci Vole (Wole) Şoyinka’ya verdi. O, Afrikalılar arasında Nobeli kazanan ilk idi. Hıristiyan olan V. Şoyinka İngilizce öğrenim görmüş, İnqiliz okulunu bitirmişti. Siyasal - bilimsel ve edebi konularda zenciseverlerle (negrofillerle) tartışmalar yapan V.Şoyinka katı Avrupacı görüş yanlısıydı. Bu yüzden vatanında sık sık eleştirilirdi. V.Şoyinka’nın söz konusu tutumu ödülü kazanmasında etkili olduğu açıktır. Bununla birlikte, kendisinin Nobel konuşmasını ayırımcılığa karşı Güney Afrika savaşçısı Nelson Mandel’e adadı (Babasının bavuluna değil).
2006 yılında Türkiye’li yazar Orhan Pamuk İsveç Kral Akademisi seçici kurulunun “yiyeceği” bulundu. Gerçekte ise Nobel Edebiyat Ödülü loncasının gözü O.Pamuk’u 2006’dan önce tutmuştu. O. Pamuk “Kürt ve Ermeni Soykırımı” safsatası ile ağalarının umutlarını yerine getirmişti. Sonuçta ödülü “haketti” ve yüzünde çiçekler açtı.
O Pamuk ’un Türklükle aklını bozmasının, Türklüğe hiyanetinin biricik nedeni ise kendisinin Türk olmamasıdır. Bu hiyanetin tarihsel kaynağı ise yukarıda da anlatıldığı gibi Osmanlı döneminde aranmalı. O dönemde Türklüğe karşı hiyanetin Devşirme- Enderun Dönme sisteminin ürünü olan kaynağı filizlenmeye başlayarak zamanla iç ve dış güçlerin büyük ölçüde yardımlarıyla “olgunluk” kazanmış, toplum içinde “hayin yetiştirme” kurumlaştırılmıştı. Cumhuruyet döneminde ise Yüce Atatürk’ün ölümünden sonra söz konusu kurum bir kadar biçim değişimiyle canlanmaya başladı. Bugün bu kurumun başı Batı kaynaklı olduğu da pek açık bir gerçektir.
O.Pamuk’un soykırım safsatası bir tarihsel kaynağını, benzeşimini de çağırıştırırdı. Bu kaynak 24 Ekim 1921 tarihli ”Çerkez Milletinin Büyük Devletlere, İnsanlık və Medeniyet Alemine Bildirgesi”ydi. Bildirge uyduruk “Kıyıcı Türklük” imajını oluşturmak yolunda Türk düşmanlığı belgesiydi.
Bildirge ’de ” Rus Çarlarının güttüğü emellerinden” kaçarak Türkiye’ye iki milyon Çerkez nüfusunun göçettiği, Kuzey Kafkasya’da kalan bir milyon Çerkezi’in ise çoğalarak şimdiye, yani 24 ekim 1921 gününe dek üç milyona ulaştığı bildirilirdi. Bildirgece göç sırasında Kuzey Kafkasya’daki bir milyon nüfus bunun üç misli kadar çoğalarak 1921’de üç milyonu bulmuştu. Sonra bu hesaptan hareketle şöyle yargıya varılırdı: “Türkiye’ye göç eden iki milyon Çerkez nüfusunun şimdiye kadar üç misli artarak altı milyona ulaşması gerekirken... Osmanlı Hükümetinin inkarı mümkün olmayan kötü idaresinin sonucu olarak çeşitli dert ve felaketlere kurban edilmek yüzünden Çerkezler dört milyon nüfustan yoksun kalmışlardır.”
Demek ki, 1921’de Kuzey Kafkasya’da üç milyon Çerkez nüfusu varmış.
Şimdi bu şer belgesinin yalanına bir göz atalım. Eski Sovyetler Birliği’nde 1970 nüfus sayımına göre Çerkezlerin (Adige, Çerkez, Kabartay, Abhaz, Abaza, Çeçen, İnguş, Avar, Dargin, Lak, Lezgin, Tabasaran, Agul, Rutul, Tsahur) genel nüfusu 2.414.800 idi (Bk.:Bolşaya Sovetskaya Entsiklopediya,11.cilt.3. Baskı, Moskva,1973,s.116). 1979 nüfus sayımına göre ise Çerkezlerin sayısı 2.906.700’e ulaşmış (Bk.:Sovetskiy Entsiklopediçeşkiy Slovar. Düzeltilmiş ve genişletilmiş 4. Baskı, Moskva1990, ss.5, 9, 10, 18, 22, 363, 493, 503, 693, 705, 1163, 1310, 1483, 1505, 1511). 1970’e oranla artış yuvarlak hesapla 492 bin olmuştu. Tuhaf bir şey ortaya çıkyor: Ne hikmetse Kuzey Kafkasya’da Çerkez nüfusnun genel sayısı 1979’da 1921 yılındaki üç milyona ulaşamamış! 58 yıl süre içinde anlaşılmaz (!) bir olay... Türkiye’deki sözümona “dört milyon” nereye uçtu be? Kurtuluş Savaşının sürüp gittiği sırada yayınlanmış Bildirge’de Rumlarla Çerkezlerin kader birliğinden de kardeşçe söz edilmekteydi.
İşte O.Pamuk öz yakınlarından bayrak alacaktı, yasal bir varis olduğunu kanıtlayacaktı. Dünyada soyaçekim yasası var yahu!
O.Pamuk bir süre de içeriği çarpıtılmış kavramalarla- demokrasi, çağdaşlaşma (Avrupalılaşma), liberalleşme ve Batılılaşma yutturmacalarıyla basında, TV programlarında boy gösterdi. Evet, bu anlayışlar onun için Türklere, Türk Devletine hakaret etme özgürlüğü demekti.
Hiyanet ödülü haberini alır almaz Devşirme – Enderun kafalı aydın geçinenlerin, vatanseverlik taslayanların, aymazların içi vur patlasın, çal oynasın şenliğine daldı. Dönemin Meclis Başkanı Bülent Arınc’ın sevinci ise epeyce taştı, ama sevinc yaşları gözükmedi, anlaşılan adamın içine dökülmüş.
Her zaman için güncel olan sorulardan biri şöyledir: Ödül mü kazanan kişiyi, yoksa kazanan kişi mi ödülü şereflendirir? Kuşkusuz, kazanan kişinin ödülü şereflendirmesi daha tercihedilirdir. Ama ne yapacaksın, ödülü kirlendirmeler de kendisini göstermektedir. Ödüllendirilenler arasında ödüle şeref verenler ise sayıca pek azdır. Örneğin dünyanın saygın bilim adamlarınından Aziz Sancar ödülü şereflendiren “pek az” lardan biridir.
O.Pamuk’un ödül almasına kimi kesimlerce “Türk’ün ilk Nobel Ödülü”, Türklere ilk kez Nobel Ödülü kazandıran “ gibi uyduruklar ile değer biçildi. Gerçekteyse Türkler ’e ilk kez Nobel Ödülünü Aziz Sancar kazandırdı. Dar gelirli olmasına karşın kazandığı ödül parasını da milletine sundu.
24 Kasım 2015. Bilindiği üzere Rus uçağı (SU 24) Türkiye’nin hava sahasını ihlal etti. Bundan önce de birkaç kez bu eylemde bulunmuştu. Pilot beş dakika süre içinde on kez uyarıldıysa da önemsemedi. Sonuçta Rus uçağı düşürüldü ve bu sırada pilot vuruldu. Bu olay duyulunca bir şair ortaya çıkıverip “Büyük Rus Milletinden Özür” ithafıyla bir ağıt yaktı. Vurulan pilotun anasının acısına kuşkusuz saygılar sunulacak...
Rusya “öc alma”nın ilk kısmına başlamada geç kalmadı. Askeri –ekonomik yönlerden Türkiye’ye karşı birtakım engeller, yasaklar uyguladı. Ozellikle ekonomik ilişkilerin kriz dönemine girmesinden Türkiye vatandaşları epeyce zarar gödü. Üstelik uçağın düşürülmesinden ve pilotun vurulmasından dolayı Türkiye tarafı özür diledi. Ama yetmedi . Ruslar 9 şubat 2017 günü kasıtlı olarak üç Türk askerini şehit ettiler, onbir askeri de yaraladılar ve bu kara eylemi bir yanlışlık sonucu diye yorumladılar. Böylece de ” öc alma” on dört kurban “töreniyle” bitti.O ondört askeri de ana doğurmuştu...
Musul-Kerkük’te Türk eserleri, Türk izleri yok edildi, yüzlerce yerleşim yerleri- köy ve kasabalar yıkıldı, binlerce Türk öldürüldü, tutuklandı. Kısacası Musul- Kerkük bölgesinde Türk Varlığını silmek için insanlıkdışı uygulamalar yapılmaktadır. Musul-Kerkük Türk’lerinin de acıları insan acılarıdır, hem de saldırıya uğrayan insanların!
Yakutlar dayanılmaz, aşırı eziyetli yaşamlarından, ülkede nüfusun çoğunluğunu oluşturan Rusların (onları Yakut topraklarının yeraltı zenginlikleri çekip getirmişti) küçümseyici tutumlarından dolayı 1986 yılında protesto gösterileri yaptıklarında Sovyet- Rus helikopteri kurşun yağmuruyla onları kana boyadı. Bu olay karşısında bir Rus şairinden bile çıt çıkmadı, demokrasi tellalları, insan haklarını diline pelesenk edenler suspus oldular. Öldürülenler ise Türk soylulardı!
Çok sayıda örneklerden burada yalnızca iki tanesinden söz açtım.
Emperyalizmin ve onun maşalarının, işbirlikçilerin devşirme –Enderun, dönme, sığıntı kafalıların ürettiği “her işte Türkü suçlu bulma” nın çeşitli sinsice ve açık biçimde örneklerini ortaya koyanlar bugün Türkiye’de at oynatmaktalar.
Edebiyat alanında ise parlak O.Pamuk örneği var ya. Dönme, devşirme, sığıntı kökenli aydınlar, aymazlıklar içinde uyuklayarak bu aydınlar yanında yer alanlar, sizler O.Pamuk örneğinin izinden yürüyeceksiniz. Ödüllü bir iştir bu.
Uyduruk Aşk Öyküsü
Bilindiği üzere Yeşilcam’ın yaptığı bir takım sosyal içerikli filimler için Türkiye’yi hakir görme, küçümseme bir tür alışkanlığa dönüşmüştü. Sonra dizifilmler ortaya çıktı. Bir kısım Devşirme zihniyetli, artniyetli (hatta fırsat düştüğünde niyetlerini açıkça ortaya koyabilirler) film yapımcıları kesimi toplumu, bireyleri olumsuz yönde etkileme ve beyinleri yıkamada geç kalmadılar; dış kaynaklı güdümlü dizifilmler çevirdiler.
Bir zamanlar TV’de “Kaybolan Yıllar” adlı cılız yöntemlerin bol kullanıldığı bir dizifilm gösterildi. Senaryosu bir şarkının adını sömüren içeriğini çarpıtan bir dizi. Devlet sokaklarda kaybolabilecek, hırsız, uyuşturucu maddeler düşkünü, genellikle kötü alışkanlıkların kurbanı olacak kimsesiz çocukları koruyup kollayarak eğitmiş, topluma yararlı kişi, vatandaş yetiştirmiştir. Dizinin senaryosuna, yapımcılarına göre meğerse böyle değilmiş, devletin her yönden, her bakımdan özen gösterdiği, para harcadığı eğitim yılları genç ömürlerin kaybolan yıllarıymış. Türk ailesine meydan okurcasına davranışlar, babalık ve analık etmiş yaşlı kişilerin gözleri önünde, ev içinde “aşıklar”ın sarmaş dolaş olması, yer yer açık saçık sahneler... Seyircilere Bulgar olarak sunulan kişilerin (biri hariç; onun da korkunçuluğu pek de inandırıcı değil) doğruluğu, hakseverliği aşılanır (EyT.Jivkov, mezardan başını kaldır da “ gel keyfim gel” söyle). Bulgar mafyası gerçekte bir maske olup göz boyama aracıdır. Kısacası Ali Cengiz oyunu oynanmakta.
Acaba dizide çete-mafya devlet içiçe geçişmesi sorunu mu dile getirilmektedir, yoksa ucuz yontemlerle bir aşk öyküsü mü anlatılır ? sorusu da ortada. Ama soruya gerek yok, dizifilm sözümona bir aək öyküsüymüş. Aşkı için boyna haçlı kolye takma da bir Arap rivayatinden (Şeyh Sinan ve Hıristiyan kız) alınarak Türklüğe karşı kullanılmış.
Azerbaycanlı dram yazarı ve şair Hüseyin Cavid, Müslüman şeyh ve hıristiyan kız rivayetini konu alarak 1914’te “Şeyh Sinan ” trajedisini yazmıştır. Şeyh Sinan Mekke’nin ünlü bir şeyhidir. O, olayların ilerlemesi sonunda sarsılmaz bir aşkın kurbanı olur. Dizideki Sinan’ın sevgilisi milliyetçe Bulgar’dır iki ad taşıyor. Piyesdeki Şeyh Sinan’ın sevdiği Gürcü kızıdır; onun da iki adı (Tamara-Humar) var . Diziden farklı olarak H.Cavid’in yapıtında erotik nüanslar, ayırıtılar yok. Dizide maddi-erotik, H. Cavid’in yapıtında ise tasavvufi aşk yansıtılır.
Aşk öyküsü dedik. Filmde aşk öyküsünün dile getirilmesinden söz açtığımızda Batı’nın 1997’de çevirdiği “Titanik”i anımsamamak olanaksız. Yüce aşkın parmak ısırtacak bir anlatımı.
Tanrıya şükür ki son zamanlarda vatanı, vatanseverliği, ulusu, toplumsal ve bireysel gerçekleri sanatsal araçlarla nesnel olarak yansıtan sanatlı diziler de yapılmaktadır.
Dev Aynasi Bencileyin
Sanat değeri yüksek düzeyde olmayan, bayağı, ilkel senaryolu (Dünyaca ünlü Cengiz Aytmatov’un güzel yapıtı hariç) filmlerin yıldız oyuncusu (bir zamanların) Türkan Şoray’dan da burada kısaca söz edeceğim. Türkan Şoray ucuz yoldan ün yapmış ve sanat zevki düşük olan çevre ve kesimlerde adı yaygın olmuştur. Ne var ki, konuşmalarında kendisinden abartmalı bir biçimde söz ederek kendini beğenmişliğin doruğuna varır. Neden varmasındır? Şakşakçılar, telleyip pullyanlar var ya. Ancak bizim amacımız bu yazıda Türkan Hanım ’ın bir sinema sanatçısı gibi yaratıçılığını sanatsal yönden ayrıntılı biçımde inceleyip değerlendirmek değildir. Zaten buna bir gerek de yok.
Asıl amacımız doğrultusunda konumuzun devamı için bundan birkaç yıl önceye başvuracağız. Sayın Türkan Hanım 16 Ekim 2006 Sabah’ta yer alan konuşmasında “Ben bir Çerkez’im” diyerek soyu, kökeniyle övünür. Övunsün, bir diyecek yok. Ama var. Egemen Toplumun, yani Türklük şemsiyesinin altında mensubiyet duygusundan yoksun kalmamak herkesin hakkıdır. Sonra Hanımefendi devam ederek kişisel güzelliğiyle ilgili bir şeyler ortaya atar: “Çerkez kadınları güzellikleriyle meşhurdur. Benim de Çerkez olduğum güzelliğimden belli değil mi zaten? ” Şimdi bu hikmete , ”özlü anlatım” a bayılmak gerekmez mi?
Türkan Hanım’a bir şeyi’de anımsatmam gerekir: Milli Mücadele yıllarında Atatürk ’ün askerleri İstanbul’da değil, yüz kilometrelerce uzanan cephelerde kar kış demeden, yağmur demeden, yakıcı sıcak demeden düşmanla gırtlak gırtlağa gelerek kanlı çarpışmalarda Vatan için kan dökmüşlerdi. Buna ek olarak hakkında yukarıda da söz açtığım 24 ekim 1921 tarihli ”Çerkez Milletinin Genel Bildirgesi”nden bir parçayı alıntılıyorum: “Mamafih, mütarekeden sonra Çerkezlerin az bir kısmı Anadolu İhtilalcilerine (tamamen yanlış bir his ile) katılmış ve bir nevi Mustafa Kemal’in hükümranlığını kurmaya yarayarak fiili harekatta bulunmuş işeler de Kemalistler’in insanlık dışı hareketlerini ve yanlış siyasetlerini onlar da yakından görüp anlayınca geri dönülmesi büyük bir sakınca olmayacak kısa bir müddet içinde Çerkezlik emelleri yoluna, pişmanlık duyarak bundan geri dönmüşlerdir”
Her şey açıktır, değil mi? Burada ek açıklamaya, yorumlamaya şimdilik ne hacet?
Kurtuluş Savaşı sırasında Çerkez Bekir, Çerkez Ethem, Çerkez İbrahim, Çerkez Kara Mustafa ve Çerkez Reşit’in ne fesatlar karıştırdıklarını bilmek için Yüce Atatürk’ün Nutuk’unu okumak gerek!
Oyuncu Hanım sözüne devam ederek şöyle der: “...Çerkez’i, Rum’u, Kürt’ü, Laz’ı hepimiz bir bütünüz. Aynı topraklarda yaşıyoruz, herkes eşit”. Doğru. Herkes eşit. Ama bu sıralamada neden kurucu Türk yer almamış? Herkes eşittirse, bu eşitlik içinde Türk yok mu? Evet, sizce Çerkez’i, Rum’u, Kürt’ü, Laz’ı Türklüğün dışında bir bütün oluşturmaktadır. Bunun da neyi ve neleri çağırıştırdığı besbellidir! Suflörlerinizden kaynaklanarak böyle özlü sözler irat ettiğiniz de belli. Size, sizlere ünlü olmayı, rahat içinde yaşama imkanlarını Türklük sağlamış Hanımefendi! Sığıntılığı hatırlatırsam düşmanlık ediyor gibi bana damga vurmak isteyecekler olacak belki de. Böyle bir niyeti ise kesinlikle taşımam. Ancak zorladığınızda ben de anımsatmak zorunda kalacağım. Türklük baskıya, zora uğrayıp dışarıdan gelenlere her zaman kucak açmış, onlara sığınma hakkı tanımış, onları ağırlamış, hatta yüksek mevkilere bile taşımış. Ne yazık ki kucak açma, ağırlama baskıdan, zordan kaçanlarada kendini beğenmişlik, kendisini üstün görme zihniyetinin oluşmasına yol açtı. Kucak açma, ağırlama böylece sömürüldü. Burada Fransız gezgini Jean Thevenot’nun Türkler hakkında izlenimlerinden birini aktararak sözüme ekliyeyim: “Türkler, müsülman, hıristiyan yahut musevi herkes için iyi şeyler isterler” . Evet, bunları bir Türk değil, hıristiyan bir Fransız söylüyordu. Doğru tespite söz olur mu?
Yozlaşma
Biz gencliğin Türk aşkıyla dolu olduğu 1974 yılının sıcak yaz günleriydi. Ama o sıcaklığı Emel Sayın’ın Bakû’nün en büyük konser salonunda söylediği şarkıların ateşi gölgede bırakmıştı. Öğleden önce ve sonra olmakla günde iki seans konser: Salon tıklım tıklım dolu... Oldukça güzel ses, alımlı görünüş, şarkılar arasında şarkıçı Hanım’ın buram buram Türk kokan konuşmaları... Şarkılar, konuşmalar alkış tufanıyla karşılanıyordu. Güzel ses, alımlı görünüş, şarkılar, konuşmalar ve alkışlar uyumlu bir bütünü oluşturmaktaydı. Değil yalnız konser salonu, tüm Bakû bile Türk dünyasının coşkulu ve mutluluk sunan havası içindeydi. Bu büyülü, görkemli tablonun yaratıcısı ve sahibi Emel Sayın idi. Sanatçı Hanım bir fatih gibi döndü ûû’den İstanbul’a. Hatta o zaman Emel Sayın’ın Bakı turnesini Emel Sayın Bakû’de inkılap yaptı diye değerlendirenler de bulundu. Onun Bakû’de verdiği konserlerden sonra resimleri evleri, vitrinleri, kendisine yaraşır yerleri süsledi.
Yıl 2019. Emel Sayın apar topar koşup bir alkış tutma şölənine katıldı. Kuşgusuz, Balkanları fetheteden atalrını unutarak. Alkış tutma toplantısının dışında kalmak devlet sanatçısına yakışır bir şey olur muydu acaba? Yazık, 1974 yılının o yaz günlerine, fatih dönüşe diyesim geliyor. Ne var ki aday gösterdikleri kişinin yolu yarım kaldı. Göründü Sivas’ın bağları. Ancak üzülmemek gerekecek. Bir sonraki seçimde daha zeki davranır (sütten ağzı yanan yoğurtu üfleyerek yer be) ve şanına bir kez de İzmir marşı çaldırılır.
Hani bi “Besleme” kavramı var Türkçe’de. Söz gelimi: Besleme basın. Besleme sanatçı. Ne var ki sanatçının güzel sesini, yüksek sanatını bu kavrama yakıştıramam bir türlü. Güzel sesli şarkıçının kendisi (şahsi) ise uygun düştüğünde yakıştırılabilir. Bunun bir sakıncası yok. Ünlü bir sanatçının (ün yapmış herhangi bir meslek sahibi olsun ) özel yaşamı da dikkati çeker. Ünlü bir kişinin başka milliyet ve din mensubuyla evlenmesi de. Özellkle de kocaya varma söz konusu olduğunda. Belki de “Hadi canım sen de ” diyeceksiniz. “Sanatın, sanatçının milliyeti olur mu?” diyeceksiniz. Başka milletler (örneğin bir İngiliz, bir Yunanlı, Yahudi...) başka şeydir. Onlar başka bir milliyyet ve din mensubunu özümleyebilirler. Ama biz yapamayız, yapmak da istemeyiz.
Sinema oyuncusu Filiz Akın geçen yüzyılın 60-70’ li yıllarının film yıldızlarından biri gibi tanındığı bellidir. O, Yahudi kökenli bir kişiyle ( Fransız vatandaşı) ikinci bir evlilik yapmıştı. Bu evlilik sırasında Musevi dinine girdiği, Musevi mensubu olduğu ağızdan ağıza yayılmıştı. Başka bir deyişle, İslamlıktan çıkıp başka dine geçdiğinden dolayı İslam geleneğince “Mürted” olmuştu. Anlaşılan Filiz Akın kocasının dinini ve ırkını sevimli bulmuştu. Bir süre sonra bu evliliğe son verilmş ve F.Akın bir Türk vatandaşıyla yeni bir evlilik yapmıştı. Musevi dini mensubu olarak.
Şimdi iki sanatçıyı karşılaştırdığımızda kendiliyinden bir soru ortaya çıkıyor: Acaba Emel Hanım da bir yabançıyla evlilik yaparken din değiştirip yeni eşinin dinini kabullenmiş miydi? Alkış tutma şölenine hangi din mensubu olarak katılmıştı? Elbette Emel Hanımefendi de dilediği gibi evlilik yapmakta özgürdür. “Mürted” olsun olmasın, kime ne?
Bu dünyada her şey olur, hatta yaş ilerlediğinde insanın bunamışlığı da.
İlginç bir şey de var. Yukarıda da değindiğim gibi sinema oyuncusu Türkan Şoray “Ben bir Çerkez’im ” diyerek Çerkez kökenliyle övünür, kendisinin abarbtılmiş, hem de çok abartılmış güzelliğinin Çerkezliğe özgü bir şey olduğunu vurgular. Emel Sayın ise özüne yabancılaşmış gibi veya kimliğini bilinçaltına bastırmış gibi. Anlaşılan Osmanlı dönemindeki “alışkanlık” hala yaşamını sürdürmekte. Yoksa bu durum milletaltı kimlik ( veya mikromilliyetçillik) ile unutkanlığın, ürkekliğin tablosunu mu çizer ? diye insan soru sormaktan kendisini tutamıyor.
Türk Kadını
Bilindiği üzere en eskiden beri Türk ailesi ve toplumunda kadın pek onurlu bir yeri almış. Türk kadını toplumsal yaşamın tüm alanlarında erkeğin yanında yüz akı ile yürümüş, iffet, doğruluk ve çalışkanlık simgesi alarak herkesce oldugça saygılı degerlendirilmiş, ona daima güvenilir bir varlık gibi bakılmıştır. İslam öncesi Türk toplumunda kadının durumu eşi bulunmaz bir örnek olarak hiç bir başka ülkelerdeki kadın durumuyla kıyaslanamaz.
İslam’ın kabulü ile yeni koşullar gereği kimi kısıtlamalar, zamanla yabancı kültürlere bulaşmalar bile Türk kadının aile ve toplum içindeki saygın konumunu, olumlu imajını gölgeleyememiştir. Türk kadının toplum içindekı saygınlığı diğer İslam ülkelerindeki kadınların konumu ile karşılaştırıldığında epeyce bir farklılığın gözükdügü yadısınamaz. (Yazık, kimi yabancı bulaşmaların ortadan kaldırılması hâlâ sağlanamamış).
Türk kadınlarının güzelliği dillere destan olmuştur. Ciltler dolduracak pek çok sayıda örneklerden burada birkaçından söz edeceğiz.
İtalyan gezgini Marko Polo 1271-1275 yıllarında Orta Asya üzerinden Çin`e seyahat etmişti. O, uzun süren gezisini yansıtan “Kitab”ında “Türk kadını dünyanın en temiz kadınıdır” demektedir. “Ay yüzlü, badem gözlü” Türk kadınlarının güzelliklerindən Ortaçağ kaynaklarında sık sık söz edilmiştir. İran edebiyatında bir süre “Türk” sözü “güzel insan” anlamında kullanıldığı bilinmektedir. Bu anlam ünlü İran şairi Hafiz Şirazi (14. yüzyıl)`nin bir gazelindeki bir beyitte şöyle dile getirilir:
Eğer on Tork-e Şirazi bedest ared del-e mara
Be hal-e Hinduyeş behşem Semergendu Buharara
Türkçe çevirisi:
Eğer o Şiraz güzeli (Tork-e Şirazi) benim kalbimi ele geçirse onun Hindu (siyah) benine Semerkant ile Buharayı armağan ederim.
İngiliz kadın yazarı Leydi Montagu (Lady Mary Wortley Montaque)nun kocası 1716-1727 yılları arasında Türkiye’de İngiltere elçisi olarak görevde bulünmüştur. Bu süre içinde Leydi Montagu dostlarına Osmanlı toplumsal yaşamını, Türk kadınlarının durumunu ayrıntılarıyla anlatan mektuplar yazmış, sonraları bu mektup hatıralar kitaplaştırılmıştır. Leydi Montagu hatıralarında Türk kadınlarını şöyle nitelendiriridi: “Türk kadınlarının en büyük süsü Türk oluşlarıdır.”
İngiliz gezgini J.S.Buckingham 1816 yılında Suriye ve İrak-Doğu Anadolu bölgesi Türkmenleriyle karşılaşmış, onlar ile ilgili bilgi və görüşlerini satırlaştırmıştır. Özellikle, Türkmen kadınları hakkında bilgileri oldukça ilginc ve önemlidir. J.S.Buckingham Türkmen kadınlarının göğüş kabardacak bir tanımını şu sözlerle verir: “Türkmen kadınları gerçekten güzeldirler. Hiç biri peçe takmaz. Yüzleri ve bedenleri hoş görünüşlüdür. Boyalarla yüzlerini çirkinleştirmezler. Bunlara ilave olarak alımlı, son derece temiz ve iyi giyinişlidirler.”
İngiliz gezgini Türkmenlerle Arapların karşılaştırmasını da yapar. Türkmen erkeklerinin tanıtımından, değerlendirilmelerindən sonra bir daha kadınlardan söz eder: “Onlar (Türkmen kadınları- E.C.) genellikle sağlıklı, temiz, hoş, güzeldirler ve güzel giyinirler. Onlar Arap kadınları gibi mavi boyalar sürerek yüzlerini çirkinleştirmezler ve yine onlar Arap kadınları gibi yüzlerini örtmezler.”
En sonra her zamanki gibi yine Atatürk’e başvuracağız. Çünkü kaderimiz bu. Bilindiği gibi, Atatürk başlattığı inkılap hamleleriyle Türklüğün şanlı tarihini canlandırmayı, Türk kültür ve medeniyetini tüm ayrıntılarıyla aydınlatmayı, Türklüğü hakkı olan yüceliklere ulaştırmayı ve Türkiye Cumhuriyeti devletini her alanda kudretli kılmayı amaçlamıştı. Bu uğurda çeşitli araç ve yöntemlerden yararlanmaya çalışıyordu. Güzellik yarışmalarına da bu açıdan yanaşmaktaydı. 1932 yılında Keriman Halis “Dünya Güzeli” seçildi. Atatürk bu “seçilme” dolayısıyla verdigi demeçte kıvançla diyordu:
Türk ırkı, dünyanın en gözel ırkıdır.
Yazıklar olsun, yukarıda da belirtildiği gibi artık bütün Türk dünyası çapında Türk ailesi ve Türk kadını emperyalist zihniyetin, yerli işbirlikçilerin, diş güdümlü taşeronların saldırısına uğramış ve bu saldırı karşısında savunmasız bırakılmış.
Türk Güzeli
Türküler uçuşan Güneşler doğan
Mutlu enginliktir uzay gözlerin,
Mübarek söyletir Gök”te dolun ay
Mübarektir her gün her ay gözlerin.
Bazen çalkantıdır yolu yılların
Derdi acı olur yetim yolların,
Beklese üstünde çetin yolların
Kılar çetinleri kolay gözlerin.
Öz soyundan gelen eşsiz yaratık,
O bakışlar ile cennete vardık
Fatih sarayları dargındır artık
Kurmuş gönüllerde saray gözlerin.
Aşkı sularda da alevlendirir,
Uyadıp alpları attan indirir,
En güzel gözleri boyun eğdirir
O Turan gözlerin Olay gözlerin.
Manevr.az
Önce şunu belirteyim: Günün gereklerine göre bir yarar sağlayacağını göz önünde bulundurarak bilinen gerçekleri bu yazıda özetle sıralayacağım. Bilinen gerçekleri unutanlar ve bilmiyor görünenler de var.
Özden Öze Doğru
Türksoylu topluluklar –Türkler Adriyatik’ten Çin’in batı kısmına kadar uzanan bir coğrafyanın çeşitli bölgelerinde tarihler ortaya koymuşlar. Bu tarihlerin tümü kendiliğinden sarsılmaz bir bütünlük olan Türk Tarihidir.Türk tarihi hep böyle ele alındığında gerçekler nesnel olarak ortaya konulabilir.
Bugün Türkiye ve kardeş Türk Cumhuriyetleri, toplulukları doğal olarak karşılıklı sorumluluklar taşımakla yükümlüdürler. Bilindiği gibi, stratejik, demografik politik- ekonomik yönlerden ise Türk dünyasında Türkiye birinci yeri almaktadır. Atatürk ilkeleri, Atatürk’ün büyük eseri Türkiye Cumhuriyeti kardeş Türk Cumhuriyetleri için örnektir, modeldir. Bu yüzden Türkiye’deki toplumsal süreçler, gelişmeler oldukça büyük ölçüde önem taşır. Atatürk ilkeri, O’nun dehası dünyanın tüm mazlum milletlerinin, halklarının özgürlük yoluna ışık tutmuş ve tutmaktadır.
Çağdaş evrensel değişim süreci Türk Cumhuriyetlerinin, Türk topluluklarının istikbalini Türkiye toplumundaki gelişmelere bağımlı kılmıştır. Emperyalizmin ve onun işbirlikçilerinin, maşalarının bu gerçeğe karşı tutumları, türlü saldırıları küreselleşme tehditleri eninde sonunda yeri doldurulamaz bir yenilgiye dönüşeceği candan yürekten dileğimizdir.
Karamanlı Molla Kara Rüstem ve Kazasker Candarlı Kara Halil Paşa’nın öneresiyle I. Murad (1362-1389) devrinde çıkarılan “Pençik” kanunu 15. yüzyılın ortalarında “Devşirme” kanununa dönüştürüldü. Müslüman olmayan topluluklardan (Arnavutluk dahil) çocuklar devşirilerek saray eğitim kurumunda- Enderun’da mülki ve askeri yöneticiler kadrosu yetiştirildi. Böylece de imparatorlukta askeri ve yönetim alanları devşirmelere verildi. Öte yandan 14. yüzyılın ikinci yarısından itibaren devlette “ümmet” sistemi kuruldu. Mülki ve askeri yönetimin kapıları Türklere kapatılşı başladı .Türkler ikinci sınıf durumuna düşürüldü. İmparatorluk etnik bir havuza çevrildi. Devşirme ve ümmetleşme sisteminde devşirme unsurlarının ve Türklerin dışında müslüman azınlık ve etnik grupların kimlik bilinclerinin devamı sağlandı. Fetihlerin gerçekleştiricisi kurucu Türklük genellikle artık 16 yüzyılda devredışı bırakıldı. Devşirme unsurlarının Türke karşı küçümseyici, aşağılayıcı tutumu kurumlaştı. Bilindiği gibi, belirli sürelerden sonra soyca Türk olmayan ümmet temsilcileri (kardeşleri) yüzyıllarca koruması altında bulunduğu, saygısını gördüğü Osmanl Devletini, Türklüğü arkadan vurdular.
Devşirme güruhunun bir üstünlük gibi görülen özellikleri doğuştan çok daha Osmanlı’nın onlara tanıdığı ayrıcalıkların, Enderun eğitiminin onların psikolojisinde bıraktığı izlerden ileri gelmekteydi.
Türklüğün hak etmediği, düşürüldüğü acı durumu kurtarıcı bir dehayı beklemekteydi. O, deha tarih sahnesine çıkarak “Memleketin sahibi ve devletin kurucusu biz Türkler kavm-i necip adı altında Araplara ve sarayın sadık hadimi olan Arnavutlara feda edildik” diye gürledi. Türk’ün şanlı tarhinin, Türklük gerçeğine, özüne dönüşün,Türk istikbalinin “Ne Mutlu Türküm Diyene” parolasını, simgesini dünyaya belirtti. Bu kurtarıcı deha eşi görülmedik devrimler, yenilikler ile Türk’ü Türk yaptı. “Köylü Efendimizdir” diyerek köylüyü hakkı olan şerefli yüksek yere oturttu.
Büyük Hunların’ın heybetini sürdüren Göktürkler döneminde ihtişamla beliren Türk Özü sonraları türlü saldırılarla, bulaşmalarla gölgelenme, bozulma kaşısında bırakıldı. 20. yuzyılın başlarında bu Öze doğru hafif atılmlar yarım kaldı. Yüzyıllardan sonra yalnız Atatürk ilkeleri bu Öze dönüşü yüksek düzeyde, oldukça genış çapta başlattı.
Benim Osmanlıyla ilgili söylediklerim kesınlikle Osmanlıyı inkar etmek anlamına gelmeyecek. Osmanlı bizimdir. Osmanl’nın zaferleri de, yanılgıları da bizimdir. Bu yanılgıları kınamak, eleştırmek de hakkımızdır.
Osmanlı döneminde biçimlenmiş kötü alışkanlıklar Cumhuriyet dönemine taşındı. Yüce Atatürk’ün ölümünden sonra uygun ortam bularak, canlanmaya başladı. Türkiye’yi her alanda zayıf düşürmek, hatta parçalamk yolunda emperyalizm için silah rolunu oynadı.
Atatürk ilklerınden ödün vermeye başlandı. Kemalist düşünceye karşıt davranışlar, tutumlar birbirini izledi. Ne acıdır kı, Atatürk’ün aziz milletine uzaqgörüşlülüğün en çarpıcı örneklerinden, hatta bir kehanet örneği diyebileceğimiz tavsiyesi giderek gözardı edildi veya ettirildi. O, devlet ve topluma karşı tehlikeyi çok önceden görerek aziz milletine şunu tavsiye ediyodu: “... Aziz milletime şunu tavsiye ederim ki, bağrında yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki öz cevheri çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an geri kalmasın! ”
Bilindiği üzere devşirme kökenlilierin, Enderun havasını kafalarında taşıyanların, fırsat kollamakta ve kuvvet biriktirmekte olan mikromilliyetçiliklerin biricik hedefi Avrupa Birliği’nin isteklerini de kullanarak Osmanlılık adı altında etnik havuzu yeniden canlandırmaktan, yönetimi kurucu Türklüğe yabancılaştırmaktan, Türklüğü devredışı etmekten başka bır şey değildir. Bu uğurda türlü sinsi emellere, hiyanete bile başvurmakta ve fırsat düştüğünde hiyaneti hemen yapmaktalar . Kendilerini Türklük’ten ayrı görme duygusunu, ruhunu içlerinde taşıyanlar meydanı boş bularak “Ne mutlu Türkiye vatandaşıyım diyene” gözboyamasını güncelleştirip Türkıye’yi federal mozaikleşmenin kurbanı yapmaya çalışıyorlar.
Yeni Osmanlılık ılgımına doğru soluk soluğa koşanlar, yüksek kademelerde mıllete ağız tamburası çalanlar (bu arada medyada, kitle iletişim araçlarında yuvalanan devşirme kökenlilerin çoğunluğu oluşturduğunu da dikkate alacağız), “etnik mozaik”, “ırk harmanı” aşıkları bugün Türkiye toplumunu çembere almışlar, gittikce de çemberi daraltmaktadırlar. Söz konusu ılgımın gerçekleşmesi (Allah esirgesin!) değil yalnız Türkiye için, tüm dünya Türklüğü için acı sonuçları salık vermektedir.
Şimdi burada yeri gelmişken Keçeçizade Mehmed Fuad Paşa (1815-1869)’ nın bir özlü sözünü anımsıyalım. Dış İşleri Bakanı (Hariciye Nazırı) Keçeçizade Mehmed Fuad Paşa 1867 yılında Paris’te bir görüşme sırasında Türkiye’nin büyük bir zaaf içinde bulunduğunu belirten, Fransız hükümetinin ileri gelenlerinden birine şöyle cevap vermiş: Türkiye en kuvvetli devletlerden biridir. Cünkü üç yüz senedir siz dışarıdan biz içeriden yıkmaya çalıştığımız halde bir türlü başaramadık.
Fuad Paşa’nın sözünden hareketle şunları söyleyeceğiz: Türkiye Devleti’ni yıkmak için 452 yıldır (1867 ’e oranla) dışarıdan ve içeriden bin türlü oyunlar oynanmakta, ama başarılamamış. Başarılamaması da Allah’tan büyük dileğimizdir.
Emperyalizmin emperyalist zihniyetin, işbirlikçilerin saldırıları, emelleri toplumsal yaşamın tüm alanlarına yöneliktir. Aşağıda Sənat / Edebiyat alanına bu saldırıların şu veya bu düzeyde yansımalarından kısaca söz açacağız.
Hiyanet ve Şeref Ödülü
Sanatsal ürünün kalitesi, yaygınlık ve estetik olgunluğu ile Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanma arasında dolaysız bir bağlantının bulunmadığı artık uzun süredir su götürmez bir biçimde tespit edilmiştir. Bunu gerçekte ödüllendirme işlemi kendiliğinden ortaya koymuş. Nobel Edebiyat Ödülü giderek daha çok loncalaştığı, korparasyon özellik edindiği açıktır ve çoktan beri siyasal bir kurum kimliği kazanmıştır. Kendisinin siyasal çıkar ölçütüne uygun düşen iştah kabartıcı bir “yiyecek” bulunca hemen onu ağız tadıyla yer. Iştah ise dişin dibindedir.
Avrupa-Batı dışındaki ülkelerin temsilcileri için “uygun gelme”nin en başlıca ölçütü hiyanet ve Avrupaçı-Batıcı görüşler yanlısı olmadır. Söz konusu görüşler yanlısı olma ilkesi ödüle uygun görülen kişileri seçenlerce dünyanın dört bir yanında geçerlidir. Eski Doğu Bloku (Sovyet-Komünist) ülkeleri için Batıya “firar etme”,”sıvışma” ve “rejim karşıtçısı olma” tercih edilmekteydi. Örneğin, İ.A.Bunin, B.Pasternak, A.Soljenitsin, Ç.Miloş (Polonya), J.Brodsky...
İsveç Kral Akademisi 1986’da Nobel Edebiyat Ödülünü Nijeryalı tiyatro ve roman yazarı, şair, gazeteci Vole (Wole) Şoyinka’ya verdi. O, Afrikalılar arasında Nobeli kazanan ilk idi. Hıristiyan olan V. Şoyinka İngilizce öğrenim görmüş, İnqiliz okulunu bitirmişti. Siyasal - bilimsel ve edebi konularda zenciseverlerle (negrofillerle) tartışmalar yapan V.Şoyinka katı Avrupacı görüş yanlısıydı. Bu yüzden vatanında sık sık eleştirilirdi. V.Şoyinka’nın söz konusu tutumu ödülü kazanmasında etkili olduğu açıktır. Bununla birlikte, kendisinin Nobel konuşmasını ayırımcılığa karşı Güney Afrika savaşçısı Nelson Mandel’e adadı (Babasının bavuluna değil).
2006 yılında Türkiye’li yazar Orhan Pamuk İsveç Kral Akademisi seçici kurulunun “yiyeceği” bulundu. Gerçekte ise Nobel Edebiyat Ödülü loncasının gözü O.Pamuk’u 2006’dan önce tutmuştu. O. Pamuk “Kürt ve Ermeni Soykırımı” safsatası ile ağalarının umutlarını yerine getirmişti. Sonuçta ödülü “haketti” ve yüzünde çiçekler açtı.
O Pamuk ’un Türklükle aklını bozmasının, Türklüğe hiyanetinin biricik nedeni ise kendisinin Türk olmamasıdır. Bu hiyanetin tarihsel kaynağı ise yukarıda da anlatıldığı gibi Osmanlı döneminde aranmalı. O dönemde Türklüğe karşı hiyanetin Devşirme- Enderun Dönme sisteminin ürünü olan kaynağı filizlenmeye başlayarak zamanla iç ve dış güçlerin büyük ölçüde yardımlarıyla “olgunluk” kazanmış, toplum içinde “hayin yetiştirme” kurumlaştırılmıştı. Cumhuruyet döneminde ise Yüce Atatürk’ün ölümünden sonra söz konusu kurum bir kadar biçim değişimiyle canlanmaya başladı. Bugün bu kurumun başı Batı kaynaklı olduğu da pek açık bir gerçektir.
O.Pamuk’un soykırım safsatası bir tarihsel kaynağını, benzeşimini de çağırıştırırdı. Bu kaynak 24 Ekim 1921 tarihli ”Çerkez Milletinin Büyük Devletlere, İnsanlık və Medeniyet Alemine Bildirgesi”ydi. Bildirge uyduruk “Kıyıcı Türklük” imajını oluşturmak yolunda Türk düşmanlığı belgesiydi.
Bildirge ’de ” Rus Çarlarının güttüğü emellerinden” kaçarak Türkiye’ye iki milyon Çerkez nüfusunun göçettiği, Kuzey Kafkasya’da kalan bir milyon Çerkezi’in ise çoğalarak şimdiye, yani 24 ekim 1921 gününe dek üç milyona ulaştığı bildirilirdi. Bildirgece göç sırasında Kuzey Kafkasya’daki bir milyon nüfus bunun üç misli kadar çoğalarak 1921’de üç milyonu bulmuştu. Sonra bu hesaptan hareketle şöyle yargıya varılırdı: “Türkiye’ye göç eden iki milyon Çerkez nüfusunun şimdiye kadar üç misli artarak altı milyona ulaşması gerekirken... Osmanlı Hükümetinin inkarı mümkün olmayan kötü idaresinin sonucu olarak çeşitli dert ve felaketlere kurban edilmek yüzünden Çerkezler dört milyon nüfustan yoksun kalmışlardır.”
Demek ki, 1921’de Kuzey Kafkasya’da üç milyon Çerkez nüfusu varmış.
Şimdi bu şer belgesinin yalanına bir göz atalım. Eski Sovyetler Birliği’nde 1970 nüfus sayımına göre Çerkezlerin (Adige, Çerkez, Kabartay, Abhaz, Abaza, Çeçen, İnguş, Avar, Dargin, Lak, Lezgin, Tabasaran, Agul, Rutul, Tsahur) genel nüfusu 2.414.800 idi (Bk.:Bolşaya Sovetskaya Entsiklopediya,11.cilt.3. Baskı, Moskva,1973,s.116). 1979 nüfus sayımına göre ise Çerkezlerin sayısı 2.906.700’e ulaşmış (Bk.:Sovetskiy Entsiklopediçeşkiy Slovar. Düzeltilmiş ve genişletilmiş 4. Baskı, Moskva1990, ss.5, 9, 10, 18, 22, 363, 493, 503, 693, 705, 1163, 1310, 1483, 1505, 1511). 1970’e oranla artış yuvarlak hesapla 492 bin olmuştu. Tuhaf bir şey ortaya çıkyor: Ne hikmetse Kuzey Kafkasya’da Çerkez nüfusnun genel sayısı 1979’da 1921 yılındaki üç milyona ulaşamamış! 58 yıl süre içinde anlaşılmaz (!) bir olay... Türkiye’deki sözümona “dört milyon” nereye uçtu be? Kurtuluş Savaşının sürüp gittiği sırada yayınlanmış Bildirge’de Rumlarla Çerkezlerin kader birliğinden de kardeşçe söz edilmekteydi.
İşte O.Pamuk öz yakınlarından bayrak alacaktı, yasal bir varis olduğunu kanıtlayacaktı. Dünyada soyaçekim yasası var yahu!
O.Pamuk bir süre de içeriği çarpıtılmış kavramalarla- demokrasi, çağdaşlaşma (Avrupalılaşma), liberalleşme ve Batılılaşma yutturmacalarıyla basında, TV programlarında boy gösterdi. Evet, bu anlayışlar onun için Türklere, Türk Devletine hakaret etme özgürlüğü demekti.
Hiyanet ödülü haberini alır almaz Devşirme – Enderun kafalı aydın geçinenlerin, vatanseverlik taslayanların, aymazların içi vur patlasın, çal oynasın şenliğine daldı. Dönemin Meclis Başkanı Bülent Arınc’ın sevinci ise epeyce taştı, ama sevinc yaşları gözükmedi, anlaşılan adamın içine dökülmüş.
Her zaman için güncel olan sorulardan biri şöyledir: Ödül mü kazanan kişiyi, yoksa kazanan kişi mi ödülü şereflendirir? Kuşkusuz, kazanan kişinin ödülü şereflendirmesi daha tercihedilirdir. Ama ne yapacaksın, ödülü kirlendirmeler de kendisini göstermektedir. Ödüllendirilenler arasında ödüle şeref verenler ise sayıca pek azdır. Örneğin dünyanın saygın bilim adamlarınından Aziz Sancar ödülü şereflendiren “pek az” lardan biridir.
O.Pamuk’un ödül almasına kimi kesimlerce “Türk’ün ilk Nobel Ödülü”, Türklere ilk kez Nobel Ödülü kazandıran “ gibi uyduruklar ile değer biçildi. Gerçekteyse Türkler ’e ilk kez Nobel Ödülünü Aziz Sancar kazandırdı. Dar gelirli olmasına karşın kazandığı ödül parasını da milletine sundu.
24 Kasım 2015. Bilindiği üzere Rus uçağı (SU 24) Türkiye’nin hava sahasını ihlal etti. Bundan önce de birkaç kez bu eylemde bulunmuştu. Pilot beş dakika süre içinde on kez uyarıldıysa da önemsemedi. Sonuçta Rus uçağı düşürüldü ve bu sırada pilot vuruldu. Bu olay duyulunca bir şair ortaya çıkıverip “Büyük Rus Milletinden Özür” ithafıyla bir ağıt yaktı. Vurulan pilotun anasının acısına kuşkusuz saygılar sunulacak...
Rusya “öc alma”nın ilk kısmına başlamada geç kalmadı. Askeri –ekonomik yönlerden Türkiye’ye karşı birtakım engeller, yasaklar uyguladı. Ozellikle ekonomik ilişkilerin kriz dönemine girmesinden Türkiye vatandaşları epeyce zarar gödü. Üstelik uçağın düşürülmesinden ve pilotun vurulmasından dolayı Türkiye tarafı özür diledi. Ama yetmedi . Ruslar 9 şubat 2017 günü kasıtlı olarak üç Türk askerini şehit ettiler, onbir askeri de yaraladılar ve bu kara eylemi bir yanlışlık sonucu diye yorumladılar. Böylece de ” öc alma” on dört kurban “töreniyle” bitti.O ondört askeri de ana doğurmuştu...
Musul-Kerkük’te Türk eserleri, Türk izleri yok edildi, yüzlerce yerleşim yerleri- köy ve kasabalar yıkıldı, binlerce Türk öldürüldü, tutuklandı. Kısacası Musul- Kerkük bölgesinde Türk Varlığını silmek için insanlıkdışı uygulamalar yapılmaktadır. Musul-Kerkük Türk’lerinin de acıları insan acılarıdır, hem de saldırıya uğrayan insanların!
Yakutlar dayanılmaz, aşırı eziyetli yaşamlarından, ülkede nüfusun çoğunluğunu oluşturan Rusların (onları Yakut topraklarının yeraltı zenginlikleri çekip getirmişti) küçümseyici tutumlarından dolayı 1986 yılında protesto gösterileri yaptıklarında Sovyet- Rus helikopteri kurşun yağmuruyla onları kana boyadı. Bu olay karşısında bir Rus şairinden bile çıt çıkmadı, demokrasi tellalları, insan haklarını diline pelesenk edenler suspus oldular. Öldürülenler ise Türk soylulardı!
Çok sayıda örneklerden burada yalnızca iki tanesinden söz açtım.
Emperyalizmin ve onun maşalarının, işbirlikçilerin devşirme –Enderun, dönme, sığıntı kafalıların ürettiği “her işte Türkü suçlu bulma” nın çeşitli sinsice ve açık biçimde örneklerini ortaya koyanlar bugün Türkiye’de at oynatmaktalar.
Edebiyat alanında ise parlak O.Pamuk örneği var ya. Dönme, devşirme, sığıntı kökenli aydınlar, aymazlıklar içinde uyuklayarak bu aydınlar yanında yer alanlar, sizler O.Pamuk örneğinin izinden yürüyeceksiniz. Ödüllü bir iştir bu.
Uyduruk Aşk Öyküsü
Bilindiği üzere Yeşilcam’ın yaptığı bir takım sosyal içerikli filimler için Türkiye’yi hakir görme, küçümseme bir tür alışkanlığa dönüşmüştü. Sonra dizifilmler ortaya çıktı. Bir kısım Devşirme zihniyetli, artniyetli (hatta fırsat düştüğünde niyetlerini açıkça ortaya koyabilirler) film yapımcıları kesimi toplumu, bireyleri olumsuz yönde etkileme ve beyinleri yıkamada geç kalmadılar; dış kaynaklı güdümlü dizifilmler çevirdiler.
Bir zamanlar TV’de “Kaybolan Yıllar” adlı cılız yöntemlerin bol kullanıldığı bir dizifilm gösterildi. Senaryosu bir şarkının adını sömüren içeriğini çarpıtan bir dizi. Devlet sokaklarda kaybolabilecek, hırsız, uyuşturucu maddeler düşkünü, genellikle kötü alışkanlıkların kurbanı olacak kimsesiz çocukları koruyup kollayarak eğitmiş, topluma yararlı kişi, vatandaş yetiştirmiştir. Dizinin senaryosuna, yapımcılarına göre meğerse böyle değilmiş, devletin her yönden, her bakımdan özen gösterdiği, para harcadığı eğitim yılları genç ömürlerin kaybolan yıllarıymış. Türk ailesine meydan okurcasına davranışlar, babalık ve analık etmiş yaşlı kişilerin gözleri önünde, ev içinde “aşıklar”ın sarmaş dolaş olması, yer yer açık saçık sahneler... Seyircilere Bulgar olarak sunulan kişilerin (biri hariç; onun da korkunçuluğu pek de inandırıcı değil) doğruluğu, hakseverliği aşılanır (EyT.Jivkov, mezardan başını kaldır da “ gel keyfim gel” söyle). Bulgar mafyası gerçekte bir maske olup göz boyama aracıdır. Kısacası Ali Cengiz oyunu oynanmakta.
Acaba dizide çete-mafya devlet içiçe geçişmesi sorunu mu dile getirilmektedir, yoksa ucuz yontemlerle bir aşk öyküsü mü anlatılır ? sorusu da ortada. Ama soruya gerek yok, dizifilm sözümona bir aək öyküsüymüş. Aşkı için boyna haçlı kolye takma da bir Arap rivayatinden (Şeyh Sinan ve Hıristiyan kız) alınarak Türklüğe karşı kullanılmış.
Azerbaycanlı dram yazarı ve şair Hüseyin Cavid, Müslüman şeyh ve hıristiyan kız rivayetini konu alarak 1914’te “Şeyh Sinan ” trajedisini yazmıştır. Şeyh Sinan Mekke’nin ünlü bir şeyhidir. O, olayların ilerlemesi sonunda sarsılmaz bir aşkın kurbanı olur. Dizideki Sinan’ın sevgilisi milliyetçe Bulgar’dır iki ad taşıyor. Piyesdeki Şeyh Sinan’ın sevdiği Gürcü kızıdır; onun da iki adı (Tamara-Humar) var . Diziden farklı olarak H.Cavid’in yapıtında erotik nüanslar, ayırıtılar yok. Dizide maddi-erotik, H. Cavid’in yapıtında ise tasavvufi aşk yansıtılır.
Aşk öyküsü dedik. Filmde aşk öyküsünün dile getirilmesinden söz açtığımızda Batı’nın 1997’de çevirdiği “Titanik”i anımsamamak olanaksız. Yüce aşkın parmak ısırtacak bir anlatımı.
Tanrıya şükür ki son zamanlarda vatanı, vatanseverliği, ulusu, toplumsal ve bireysel gerçekleri sanatsal araçlarla nesnel olarak yansıtan sanatlı diziler de yapılmaktadır.
Dev Aynasi Bencileyin
Sanat değeri yüksek düzeyde olmayan, bayağı, ilkel senaryolu (Dünyaca ünlü Cengiz Aytmatov’un güzel yapıtı hariç) filmlerin yıldız oyuncusu (bir zamanların) Türkan Şoray’dan da burada kısaca söz edeceğim. Türkan Şoray ucuz yoldan ün yapmış ve sanat zevki düşük olan çevre ve kesimlerde adı yaygın olmuştur. Ne var ki, konuşmalarında kendisinden abartmalı bir biçimde söz ederek kendini beğenmişliğin doruğuna varır. Neden varmasındır? Şakşakçılar, telleyip pullyanlar var ya. Ancak bizim amacımız bu yazıda Türkan Hanım ’ın bir sinema sanatçısı gibi yaratıçılığını sanatsal yönden ayrıntılı biçımde inceleyip değerlendirmek değildir. Zaten buna bir gerek de yok.
Asıl amacımız doğrultusunda konumuzun devamı için bundan birkaç yıl önceye başvuracağız. Sayın Türkan Hanım 16 Ekim 2006 Sabah’ta yer alan konuşmasında “Ben bir Çerkez’im” diyerek soyu, kökeniyle övünür. Övunsün, bir diyecek yok. Ama var. Egemen Toplumun, yani Türklük şemsiyesinin altında mensubiyet duygusundan yoksun kalmamak herkesin hakkıdır. Sonra Hanımefendi devam ederek kişisel güzelliğiyle ilgili bir şeyler ortaya atar: “Çerkez kadınları güzellikleriyle meşhurdur. Benim de Çerkez olduğum güzelliğimden belli değil mi zaten? ” Şimdi bu hikmete , ”özlü anlatım” a bayılmak gerekmez mi?
Türkan Hanım’a bir şeyi’de anımsatmam gerekir: Milli Mücadele yıllarında Atatürk ’ün askerleri İstanbul’da değil, yüz kilometrelerce uzanan cephelerde kar kış demeden, yağmur demeden, yakıcı sıcak demeden düşmanla gırtlak gırtlağa gelerek kanlı çarpışmalarda Vatan için kan dökmüşlerdi. Buna ek olarak hakkında yukarıda da söz açtığım 24 ekim 1921 tarihli ”Çerkez Milletinin Genel Bildirgesi”nden bir parçayı alıntılıyorum: “Mamafih, mütarekeden sonra Çerkezlerin az bir kısmı Anadolu İhtilalcilerine (tamamen yanlış bir his ile) katılmış ve bir nevi Mustafa Kemal’in hükümranlığını kurmaya yarayarak fiili harekatta bulunmuş işeler de Kemalistler’in insanlık dışı hareketlerini ve yanlış siyasetlerini onlar da yakından görüp anlayınca geri dönülmesi büyük bir sakınca olmayacak kısa bir müddet içinde Çerkezlik emelleri yoluna, pişmanlık duyarak bundan geri dönmüşlerdir”
Her şey açıktır, değil mi? Burada ek açıklamaya, yorumlamaya şimdilik ne hacet?
Kurtuluş Savaşı sırasında Çerkez Bekir, Çerkez Ethem, Çerkez İbrahim, Çerkez Kara Mustafa ve Çerkez Reşit’in ne fesatlar karıştırdıklarını bilmek için Yüce Atatürk’ün Nutuk’unu okumak gerek!
Oyuncu Hanım sözüne devam ederek şöyle der: “...Çerkez’i, Rum’u, Kürt’ü, Laz’ı hepimiz bir bütünüz. Aynı topraklarda yaşıyoruz, herkes eşit”. Doğru. Herkes eşit. Ama bu sıralamada neden kurucu Türk yer almamış? Herkes eşittirse, bu eşitlik içinde Türk yok mu? Evet, sizce Çerkez’i, Rum’u, Kürt’ü, Laz’ı Türklüğün dışında bir bütün oluşturmaktadır. Bunun da neyi ve neleri çağırıştırdığı besbellidir! Suflörlerinizden kaynaklanarak böyle özlü sözler irat ettiğiniz de belli. Size, sizlere ünlü olmayı, rahat içinde yaşama imkanlarını Türklük sağlamış Hanımefendi! Sığıntılığı hatırlatırsam düşmanlık ediyor gibi bana damga vurmak isteyecekler olacak belki de. Böyle bir niyeti ise kesinlikle taşımam. Ancak zorladığınızda ben de anımsatmak zorunda kalacağım. Türklük baskıya, zora uğrayıp dışarıdan gelenlere her zaman kucak açmış, onlara sığınma hakkı tanımış, onları ağırlamış, hatta yüksek mevkilere bile taşımış. Ne yazık ki kucak açma, ağırlama baskıdan, zordan kaçanlarada kendini beğenmişlik, kendisini üstün görme zihniyetinin oluşmasına yol açtı. Kucak açma, ağırlama böylece sömürüldü. Burada Fransız gezgini Jean Thevenot’nun Türkler hakkında izlenimlerinden birini aktararak sözüme ekliyeyim: “Türkler, müsülman, hıristiyan yahut musevi herkes için iyi şeyler isterler” . Evet, bunları bir Türk değil, hıristiyan bir Fransız söylüyordu. Doğru tespite söz olur mu?
Yozlaşma
Biz gencliğin Türk aşkıyla dolu olduğu 1974 yılının sıcak yaz günleriydi. Ama o sıcaklığı Emel Sayın’ın Bakû’nün en büyük konser salonunda söylediği şarkıların ateşi gölgede bırakmıştı. Öğleden önce ve sonra olmakla günde iki seans konser: Salon tıklım tıklım dolu... Oldukça güzel ses, alımlı görünüş, şarkılar arasında şarkıçı Hanım’ın buram buram Türk kokan konuşmaları... Şarkılar, konuşmalar alkış tufanıyla karşılanıyordu. Güzel ses, alımlı görünüş, şarkılar, konuşmalar ve alkışlar uyumlu bir bütünü oluşturmaktaydı. Değil yalnız konser salonu, tüm Bakû bile Türk dünyasının coşkulu ve mutluluk sunan havası içindeydi. Bu büyülü, görkemli tablonun yaratıcısı ve sahibi Emel Sayın idi. Sanatçı Hanım bir fatih gibi döndü ûû’den İstanbul’a. Hatta o zaman Emel Sayın’ın Bakı turnesini Emel Sayın Bakû’de inkılap yaptı diye değerlendirenler de bulundu. Onun Bakû’de verdiği konserlerden sonra resimleri evleri, vitrinleri, kendisine yaraşır yerleri süsledi.
Yıl 2019. Emel Sayın apar topar koşup bir alkış tutma şölənine katıldı. Kuşgusuz, Balkanları fetheteden atalrını unutarak. Alkış tutma toplantısının dışında kalmak devlet sanatçısına yakışır bir şey olur muydu acaba? Yazık, 1974 yılının o yaz günlerine, fatih dönüşe diyesim geliyor. Ne var ki aday gösterdikleri kişinin yolu yarım kaldı. Göründü Sivas’ın bağları. Ancak üzülmemek gerekecek. Bir sonraki seçimde daha zeki davranır (sütten ağzı yanan yoğurtu üfleyerek yer be) ve şanına bir kez de İzmir marşı çaldırılır.
Hani bi “Besleme” kavramı var Türkçe’de. Söz gelimi: Besleme basın. Besleme sanatçı. Ne var ki sanatçının güzel sesini, yüksek sanatını bu kavrama yakıştıramam bir türlü. Güzel sesli şarkıçının kendisi (şahsi) ise uygun düştüğünde yakıştırılabilir. Bunun bir sakıncası yok. Ünlü bir sanatçının (ün yapmış herhangi bir meslek sahibi olsun ) özel yaşamı da dikkati çeker. Ünlü bir kişinin başka milliyet ve din mensubuyla evlenmesi de. Özellkle de kocaya varma söz konusu olduğunda. Belki de “Hadi canım sen de ” diyeceksiniz. “Sanatın, sanatçının milliyeti olur mu?” diyeceksiniz. Başka milletler (örneğin bir İngiliz, bir Yunanlı, Yahudi...) başka şeydir. Onlar başka bir milliyyet ve din mensubunu özümleyebilirler. Ama biz yapamayız, yapmak da istemeyiz.
Sinema oyuncusu Filiz Akın geçen yüzyılın 60-70’ li yıllarının film yıldızlarından biri gibi tanındığı bellidir. O, Yahudi kökenli bir kişiyle ( Fransız vatandaşı) ikinci bir evlilik yapmıştı. Bu evlilik sırasında Musevi dinine girdiği, Musevi mensubu olduğu ağızdan ağıza yayılmıştı. Başka bir deyişle, İslamlıktan çıkıp başka dine geçdiğinden dolayı İslam geleneğince “Mürted” olmuştu. Anlaşılan Filiz Akın kocasının dinini ve ırkını sevimli bulmuştu. Bir süre sonra bu evliliğe son verilmş ve F.Akın bir Türk vatandaşıyla yeni bir evlilik yapmıştı. Musevi dini mensubu olarak.
Şimdi iki sanatçıyı karşılaştırdığımızda kendiliyinden bir soru ortaya çıkıyor: Acaba Emel Hanım da bir yabançıyla evlilik yaparken din değiştirip yeni eşinin dinini kabullenmiş miydi? Alkış tutma şölenine hangi din mensubu olarak katılmıştı? Elbette Emel Hanımefendi de dilediği gibi evlilik yapmakta özgürdür. “Mürted” olsun olmasın, kime ne?
Bu dünyada her şey olur, hatta yaş ilerlediğinde insanın bunamışlığı da.
İlginç bir şey de var. Yukarıda da değindiğim gibi sinema oyuncusu Türkan Şoray “Ben bir Çerkez’im ” diyerek Çerkez kökenliyle övünür, kendisinin abarbtılmiş, hem de çok abartılmış güzelliğinin Çerkezliğe özgü bir şey olduğunu vurgular. Emel Sayın ise özüne yabancılaşmış gibi veya kimliğini bilinçaltına bastırmış gibi. Anlaşılan Osmanlı dönemindeki “alışkanlık” hala yaşamını sürdürmekte. Yoksa bu durum milletaltı kimlik ( veya mikromilliyetçillik) ile unutkanlığın, ürkekliğin tablosunu mu çizer ? diye insan soru sormaktan kendisini tutamıyor.
Türk Kadını
Bilindiği üzere en eskiden beri Türk ailesi ve toplumunda kadın pek onurlu bir yeri almış. Türk kadını toplumsal yaşamın tüm alanlarında erkeğin yanında yüz akı ile yürümüş, iffet, doğruluk ve çalışkanlık simgesi alarak herkesce oldugça saygılı degerlendirilmiş, ona daima güvenilir bir varlık gibi bakılmıştır. İslam öncesi Türk toplumunda kadının durumu eşi bulunmaz bir örnek olarak hiç bir başka ülkelerdeki kadın durumuyla kıyaslanamaz.
İslam’ın kabulü ile yeni koşullar gereği kimi kısıtlamalar, zamanla yabancı kültürlere bulaşmalar bile Türk kadının aile ve toplum içindeki saygın konumunu, olumlu imajını gölgeleyememiştir. Türk kadının toplum içindekı saygınlığı diğer İslam ülkelerindeki kadınların konumu ile karşılaştırıldığında epeyce bir farklılığın gözükdügü yadısınamaz. (Yazık, kimi yabancı bulaşmaların ortadan kaldırılması hâlâ sağlanamamış).
Türk kadınlarının güzelliği dillere destan olmuştur. Ciltler dolduracak pek çok sayıda örneklerden burada birkaçından söz edeceğiz.
İtalyan gezgini Marko Polo 1271-1275 yıllarında Orta Asya üzerinden Çin`e seyahat etmişti. O, uzun süren gezisini yansıtan “Kitab”ında “Türk kadını dünyanın en temiz kadınıdır” demektedir. “Ay yüzlü, badem gözlü” Türk kadınlarının güzelliklerindən Ortaçağ kaynaklarında sık sık söz edilmiştir. İran edebiyatında bir süre “Türk” sözü “güzel insan” anlamında kullanıldığı bilinmektedir. Bu anlam ünlü İran şairi Hafiz Şirazi (14. yüzyıl)`nin bir gazelindeki bir beyitte şöyle dile getirilir:
Eğer on Tork-e Şirazi bedest ared del-e mara
Be hal-e Hinduyeş behşem Semergendu Buharara
Türkçe çevirisi:
Eğer o Şiraz güzeli (Tork-e Şirazi) benim kalbimi ele geçirse onun Hindu (siyah) benine Semerkant ile Buharayı armağan ederim.
İngiliz kadın yazarı Leydi Montagu (Lady Mary Wortley Montaque)nun kocası 1716-1727 yılları arasında Türkiye’de İngiltere elçisi olarak görevde bulünmüştur. Bu süre içinde Leydi Montagu dostlarına Osmanlı toplumsal yaşamını, Türk kadınlarının durumunu ayrıntılarıyla anlatan mektuplar yazmış, sonraları bu mektup hatıralar kitaplaştırılmıştır. Leydi Montagu hatıralarında Türk kadınlarını şöyle nitelendiriridi: “Türk kadınlarının en büyük süsü Türk oluşlarıdır.”
İngiliz gezgini J.S.Buckingham 1816 yılında Suriye ve İrak-Doğu Anadolu bölgesi Türkmenleriyle karşılaşmış, onlar ile ilgili bilgi və görüşlerini satırlaştırmıştır. Özellikle, Türkmen kadınları hakkında bilgileri oldukça ilginc ve önemlidir. J.S.Buckingham Türkmen kadınlarının göğüş kabardacak bir tanımını şu sözlerle verir: “Türkmen kadınları gerçekten güzeldirler. Hiç biri peçe takmaz. Yüzleri ve bedenleri hoş görünüşlüdür. Boyalarla yüzlerini çirkinleştirmezler. Bunlara ilave olarak alımlı, son derece temiz ve iyi giyinişlidirler.”
İngiliz gezgini Türkmenlerle Arapların karşılaştırmasını da yapar. Türkmen erkeklerinin tanıtımından, değerlendirilmelerindən sonra bir daha kadınlardan söz eder: “Onlar (Türkmen kadınları- E.C.) genellikle sağlıklı, temiz, hoş, güzeldirler ve güzel giyinirler. Onlar Arap kadınları gibi mavi boyalar sürerek yüzlerini çirkinleştirmezler ve yine onlar Arap kadınları gibi yüzlerini örtmezler.”
En sonra her zamanki gibi yine Atatürk’e başvuracağız. Çünkü kaderimiz bu. Bilindiği gibi, Atatürk başlattığı inkılap hamleleriyle Türklüğün şanlı tarihini canlandırmayı, Türk kültür ve medeniyetini tüm ayrıntılarıyla aydınlatmayı, Türklüğü hakkı olan yüceliklere ulaştırmayı ve Türkiye Cumhuriyeti devletini her alanda kudretli kılmayı amaçlamıştı. Bu uğurda çeşitli araç ve yöntemlerden yararlanmaya çalışıyordu. Güzellik yarışmalarına da bu açıdan yanaşmaktaydı. 1932 yılında Keriman Halis “Dünya Güzeli” seçildi. Atatürk bu “seçilme” dolayısıyla verdigi demeçte kıvançla diyordu:
Türk ırkı, dünyanın en gözel ırkıdır.
Yazıklar olsun, yukarıda da belirtildiği gibi artık bütün Türk dünyası çapında Türk ailesi ve Türk kadını emperyalist zihniyetin, yerli işbirlikçilerin, diş güdümlü taşeronların saldırısına uğramış ve bu saldırı karşısında savunmasız bırakılmış.
Türk Güzeli
Türküler uçuşan Güneşler doğan
Mutlu enginliktir uzay gözlerin,
Mübarek söyletir Gök”te dolun ay
Mübarektir her gün her ay gözlerin.
Bazen çalkantıdır yolu yılların
Derdi acı olur yetim yolların,
Beklese üstünde çetin yolların
Kılar çetinleri kolay gözlerin.
Öz soyundan gelen eşsiz yaratık,
O bakışlar ile cennete vardık
Fatih sarayları dargındır artık
Kurmuş gönüllerde saray gözlerin.
Aşkı sularda da alevlendirir,
Uyadıp alpları attan indirir,
En güzel gözleri boyun eğdirir
O Turan gözlerin Olay gözlerin.
Manevr.az
Xəbəri paylaş
Çox oxunanlar
Son yüklənənlər
Axtarış
Reklam
İqtisadiyyat
Yazarlar
Sevinc QƏRİB
KƏRAMƏT
KƏRAMƏT
Emil Rasimoğlu
KƏRAMƏT
Aydın Canıyev
Aydan Ay
Sorğu
Portalımızı dəyərləndirin.
Çox oxunanlar